15 Ekim 2012 Pazartesi
Merhaba Private Hayat Practice
Kötüyüm. Kabul ediyorum. Uzaktan uzağa eleştirmek kolay fakat dayanamıyorum. Bu sefer de dayanamadım.
Abc televizyonunun "Private Practice" dizisini ilk sezonundan beri takip ettiğim için, yeni Türk adaptasyonunu da tabiki bir heyecan izlemeye başladım. Tabii ki bir Türkleştirme olacak halkın zevkine uyması açısından ama ben yine de bi karşılaştırma yapacağım.
Başrol : Yaw, Grey's Anatomy'den transfer, başrol koskoca Addison Montgomerry, taş gibi sexy, feminen kadın gitmiş, yerine Feriha'nın annesi, bohem, modernlikten epey uzak bir tip gelmiş. Ayrıca no offense, Vahide Gördüm'ü beğenirim vs ama bu role uymuş mu? Uymamış yaw kadın yaşça uymuyor bir kere. Addison daha genç! Valla daha genç. Hele Yetkin Dikinciler'e (zenci Sam) sevgili olacağını düşünürsek olmamış. Zaten Sam'in de rakı sofrasında durup duruken "heeyt haydi bir şarkı patlatayım" diyeceğini sanmıyorum. Fakat şunu da eklemeliyim, kendisi yine de role güzel oturmuş. Çok iyi oyuncu zaten, seyrettiriyor. O karakteri sevdim. Yalan yok.
Diğer karakterler : Cooper - internet üzerinden "sex" yazışmalarıyla hikayesi başlar, seksomanyaktır. Burada Keremcem :) ahahah aay keremcem yaaa.... neyse Keremcem'in karakteri kadınlara düşkün player bir tip.
Pete , hadi pete olmuş ona diyecek bir lafım yok.
Violet, tamam peki olur o da ok. Sorunsuz bence.
Dell, güzelim seksi cool süper tatlı resepsiyonist / alaylı ebe gitmiş yerine bir dizinin şapşalı, komedi dizilerinin vazgeçilmez " aptal " sekreteri kadın + hafif " salak" bir de mannurse :) gelmiş. Heralde erkek sekreter uygun bulunmadı, inandırıcı gelmez dendi, mutlaka bi herşeyi karıştıran, sitkom rolu olabilecek bir kadınceğiz koydular oraya. Dizi drama mı sitcom mu bakınız o da çok belli değil. Peki Yetkin'in eski karısı, acaba senaryoya sağdık kalınacağını varsayarsak, bir noktada dizien ayrılcanı filan biliyor mu? Mesela Pargalı'yı görmüş arkadaşım bi gün, "abi ben bu sezon ortasında ölücem" demiş. Çocuk başına geleceklerden haberdar. Doktor hanımkızımız da aynı dertten manidar mı onu bilemiyorum. Belki senaryo değişir.
Hikaye : Tabii hikaye de adapte edilmiş. orijinalinde kadın kocasını en yakın arkadaşıyla aldatıyor, koca onu boşuyor, bu da kaçıp başka şehre eski arkadaşlarının yanına geliyor, kız en yakın arkadaşı, onun eski kocası da iyi arkadaşı, sonra sevgili oluyolar. Türkiye'de yemedi tabii bu hikaye, şöyle değişmiş: kocası Feriha'nın annesini terk etmiş tam da çocuk evlat edinme aşamasında, hatta bir de aldatmış! (ne de olsa sadece erkekler aldatabilir), o da "tesadüfen" bu eski ama çok yakın olmayan arkadaşlarını görmüş, hatta sonradan beraber olacağı adamı da eski flörtü yapmışlar ki boşandığı ama feriha'nın annesini de arkadaşı olan kadına ayıp olmasın. Yazarken ben yoruldum. Hasta sahnelerine hiç girmiyorum. Zor bizim onları iyi yapmamız. Beklentim zaten düşük. Zamanla ilerleyeceğiz biz de, "bon pour l'orient" mantığından çıktığımızda, bizim seyirciye yeter demeyi bıraktığımızda o da olacak.
Fakat Grey's Anatomy'nin adaptasyonu olan Doktorlar'dan, aynı orijinalindeki gibi bazı karakterleri diziye davet etmeyi ihmal etmemişler sanırım, fragmanda gördüm. Christina Yang'i oynayan kız gelecek Feriha'nın annesinin yeni kliniğine, gerçi orijinalinde ortak karakterlerden biri o değil ama artık idare etcez.
Ha bi de en çok şuna güldüm. Normalde Addison'un ( Dr. Deniz A.K.A Feriha'nın annesi) eski kocası dünyanın en iyi nörolog ve beyin cerrahlarından, fakat Türk versiyonunda kendisi estetik cerrahı. Neden bu değişiklik? Ne anlamı var? Anlamak mümkün değil.
Dedim dedim, tabiki ve de tabiki diğer bölümlerini de seyretmeyi planlıyorum. Hem itin g.tüne sok hem de seyretcem de bu ne iş derseniz, merak ediyorum. Bakarsınız bu versiyonuna kaptırır diğerini eleştirmeye başlarım.
3 Ekim 2012 Çarşamba
Fenerbahçe'lilik!
Ben şahsen sağ kanatta kim daha iyi oynarmış, ortasahadan ileri kim çıkamamışmış bunları değil, küçükken şampiyonlukta babamın bizi bayraklarımızla sahil yolunda gezdirmesiyle, Gs'li erkek kuzenlerimle yıldız savaşları yaparcasına bağırığ çağrışmalarımızla, zaman zaman stadda, zaman zaman evde arkadaşlarla yaşadığım heyecanın Fenerbahçesini biliyorum. Fenerbahçe'li olmanın evela o heyecanı içinde yaşamak demek olduğunu biliyorum. O heyecanın da sadece deneyimle, top koşturmuş olmakla, takımda oynamış olmakla veya klüpte vazife almış olmakla oluşmadığını, oluşssa da yaşayamayacağını biliyorum. O yüzden de teknik bilgim eksik olsa da, bazı münazaralarda iddalı yorumlar yapamasamda iyi bir Fenerbahçe'li olduğumu biliyorum. ve iyi bir Fenerbahçe'li olarak diyorum ki;
Bugün Alex, dün Pierre, yarın belki Volkan belki Gökhan belki Ali belki Veli...Kim olursa olsun, eğer o formayı sırılsıklam yapıyorsan, canını dişine takıyorsan, takımını hep bir adım ileriye götürmeye inanıyorsan, elinden geleni yapıyor gelmeyeni yapmaya çalışıyorsan Fenerbahçe'lisin.
Bugün Aykut, dün Daum, Zico, yarın daha kimbilir kimler kimler...Kim olursa olsun, eğer kendine güveniyorsan, takımına inanıyorsan, elini taşın altına koyuyorsan, Fenerbahçe'lisin.
Fenerbahçe'li diilsen Fenerbahçe'lilerin karşısında duramazsın. Durdurmazlar. O heyecanı içinde taşımıyorsan , kim olduğun önemli değil, tutunamazsın, tutundurmazlar.
Dön de bir bak aynaya, savaşıyor muyum diye, savaşmak herkesten üstün olmaya çalışmak değildir, bunu bilmiyorsan sağ kalamazsın, kaldırmazlar.
Fenerbahçe'den kimse üstün değildir diyorsan, kendinin de onun altında olduğunu ispat edeceksin, eğer gerçek bir Fenerbahçe'liysen, Fenerbahçe'ye saygından gerekirse iki adım geri çekilecek, gerekirse eğileceksin. Sen eğilmezsen, sana çarpıp geri sekenler, düşenler yalnız kalmazlar azizim, onları Fenerbahçe'liler kaldırır, sırtlarında taşırlar, yine de ezdirmezler sana. Yukarı tırmanmanın başkalarını ezerek, kötüleyerek olacağını sanıyorsan yanılırsın azizim, o ezmeye çalıştıkların birleşir dev olur, seni gölgeleriyle karanlığa boğarlar. Bu hayatta tek olmaya çalışmayacaksın azizim, tek oldukça "yalnız" olursun azizim. Tek olmak için dokunduğunu yakarsan, yaktığının koru gün gelir elbet seni de yakar azizim. Sakın yanmayasın. kim kurtaracak seni? Hani yalnızsın ya, zirvedesin ya, uzaanamazlar sana azizim...
Bugün Aziz, dün Ali yarın Ahmet, Mehmet Süleyman... Kim olursa olsun, eğer sadece takımın menfaatlerini düşünüyorsan, dürüstsen, çalışkansan, saygınsan saygılıysan Fenerbahçe'lisin.
Dön de bir bak aynaya azizim, şimdi sen Fenerbahçe'li misin?
Bugün Alex, dün Pierre, yarın belki Volkan belki Gökhan belki Ali belki Veli...Kim olursa olsun, eğer o formayı sırılsıklam yapıyorsan, canını dişine takıyorsan, takımını hep bir adım ileriye götürmeye inanıyorsan, elinden geleni yapıyor gelmeyeni yapmaya çalışıyorsan Fenerbahçe'lisin.
Bugün Aykut, dün Daum, Zico, yarın daha kimbilir kimler kimler...Kim olursa olsun, eğer kendine güveniyorsan, takımına inanıyorsan, elini taşın altına koyuyorsan, Fenerbahçe'lisin.
Fenerbahçe'li diilsen Fenerbahçe'lilerin karşısında duramazsın. Durdurmazlar. O heyecanı içinde taşımıyorsan , kim olduğun önemli değil, tutunamazsın, tutundurmazlar.
Dön de bir bak aynaya, savaşıyor muyum diye, savaşmak herkesten üstün olmaya çalışmak değildir, bunu bilmiyorsan sağ kalamazsın, kaldırmazlar.
Fenerbahçe'den kimse üstün değildir diyorsan, kendinin de onun altında olduğunu ispat edeceksin, eğer gerçek bir Fenerbahçe'liysen, Fenerbahçe'ye saygından gerekirse iki adım geri çekilecek, gerekirse eğileceksin. Sen eğilmezsen, sana çarpıp geri sekenler, düşenler yalnız kalmazlar azizim, onları Fenerbahçe'liler kaldırır, sırtlarında taşırlar, yine de ezdirmezler sana. Yukarı tırmanmanın başkalarını ezerek, kötüleyerek olacağını sanıyorsan yanılırsın azizim, o ezmeye çalıştıkların birleşir dev olur, seni gölgeleriyle karanlığa boğarlar. Bu hayatta tek olmaya çalışmayacaksın azizim, tek oldukça "yalnız" olursun azizim. Tek olmak için dokunduğunu yakarsan, yaktığının koru gün gelir elbet seni de yakar azizim. Sakın yanmayasın. kim kurtaracak seni? Hani yalnızsın ya, zirvedesin ya, uzaanamazlar sana azizim...
Bugün Aziz, dün Ali yarın Ahmet, Mehmet Süleyman... Kim olursa olsun, eğer sadece takımın menfaatlerini düşünüyorsan, dürüstsen, çalışkansan, saygınsan saygılıysan Fenerbahçe'lisin.
Dön de bir bak aynaya azizim, şimdi sen Fenerbahçe'li misin?
19 Eylül 2012 Çarşamba
Fark
Milyonlarca insan, farklı hayatlar, farklı arkadaşlıklar, farklı işler farklı eğitimler...her şeyimiz farklı olabilir ama sonuçta hepimiz insanız diyoruz ya, nedir hepimizi "insan" olarak birleştiren?
Din, dil, ırk, yer, gök farkı değil ruh farkı öne çıkar bazen...İnançlar değil inatlar yaralar, doğruyu eğriltir...
Çok doluyum bu aralar. En küçük çevremden, ülkemde olanlara kadar her şey hakkında çok doluyum.
Atatürk'üme sataşanlara karşı doluyum, kızgınım, onu bizden, özümüzden, tarihimizden, geçmişimizden ve geleceğimizden silmeye çalışanlara karşı doluyum.
Özgürlüğümü elimden almak isteyenlere karşı doluyum. Demokrasi diye bağırıp çağırıp, tek yapmak istediklerinin dengeleri tersine çevirmek, o yok dedikleri demokrasinin, "yok" haliyle kendi lehlerine döndürmeye çalışanlara karşı doluyum. Yaptığınız bok değil de kakadır, bunu anlayamayanlara karşı da doluyum. Sırf dürüst, akıllı, zeki, karizmatik, medeni, hırslı, becerikli (tarifi bir yerlerden geçmişlerden gözü ısıranlarınız, canımsınız) bir liderimiz, lider adayımız yok diye, elde olanla kıyaslayıp, kılıflara aldanıp "0" kafilenin rüzgarına kapılıp giden dostlarıma, çevremdekilere karşı çok doluyum...
Arkadaşlıkta sadakati bilmeyen, verdikçe alan, almayınca susan, verilen yetmeyince şikayet edenlere karşı da doluyum. 1'in sıfırdan büyük olduğuna değil 2'den küçük olduğuna konsantre olanlara karşı çok kırgınım.
Dedim ya, fark. Herkes farklı, her olay farklı, her durum her düşünce her ilişki her görüntü her değer her sebep her sonuç farklı olabilir. Ama bizi birleştirecek ortak noktalar olmadıkça birlikteliğin ne anlamı kalır? Ruhunda aynı olmayanlar birbirini nasıl anlayabilir ki?
Doluyum bu aralar...en çok da kendime karşı doluyum. hayıflanmaktan başka bir şey yaptığım yok. Doluyum işte... ben ne yapayım.
Din, dil, ırk, yer, gök farkı değil ruh farkı öne çıkar bazen...İnançlar değil inatlar yaralar, doğruyu eğriltir...
Çok doluyum bu aralar. En küçük çevremden, ülkemde olanlara kadar her şey hakkında çok doluyum.
Atatürk'üme sataşanlara karşı doluyum, kızgınım, onu bizden, özümüzden, tarihimizden, geçmişimizden ve geleceğimizden silmeye çalışanlara karşı doluyum.
Özgürlüğümü elimden almak isteyenlere karşı doluyum. Demokrasi diye bağırıp çağırıp, tek yapmak istediklerinin dengeleri tersine çevirmek, o yok dedikleri demokrasinin, "yok" haliyle kendi lehlerine döndürmeye çalışanlara karşı doluyum. Yaptığınız bok değil de kakadır, bunu anlayamayanlara karşı da doluyum. Sırf dürüst, akıllı, zeki, karizmatik, medeni, hırslı, becerikli (tarifi bir yerlerden geçmişlerden gözü ısıranlarınız, canımsınız) bir liderimiz, lider adayımız yok diye, elde olanla kıyaslayıp, kılıflara aldanıp "0" kafilenin rüzgarına kapılıp giden dostlarıma, çevremdekilere karşı çok doluyum...
Arkadaşlıkta sadakati bilmeyen, verdikçe alan, almayınca susan, verilen yetmeyince şikayet edenlere karşı da doluyum. 1'in sıfırdan büyük olduğuna değil 2'den küçük olduğuna konsantre olanlara karşı çok kırgınım.
Dedim ya, fark. Herkes farklı, her olay farklı, her durum her düşünce her ilişki her görüntü her değer her sebep her sonuç farklı olabilir. Ama bizi birleştirecek ortak noktalar olmadıkça birlikteliğin ne anlamı kalır? Ruhunda aynı olmayanlar birbirini nasıl anlayabilir ki?
Doluyum bu aralar...en çok da kendime karşı doluyum. hayıflanmaktan başka bir şey yaptığım yok. Doluyum işte... ben ne yapayım.
6 Mayıs 2012 Pazar
Kalpleri "fesheden" renkler

Öncelikle bir önceki GS-FB maçında kalbi dayanmayıp hayatını kaybeden 2 kişiye Allah'tan rahmet, sevenlerine de başsağlığı dilemek istiyorum bu vesile ile.
Ben Fenerbahçe'liyim. Alex'liyim, Rıdvan'lıyım, Lefter'liyim hatta Hooijdonk'luyum. Futboldan, izlediğim maçtan keyif alabilecek kadar anlıyorum.Kendi maçlarımı seyrediyor, Şükrü Saraçoğlu'nda oynananlara bilet / kart buldukça gitmeye çalışıyorum. (God Bless my BF for that) Ofsaytı ilk ilkokul 4. sınıftayken serviste anlattılar, bugün HALA anlatıyorlar. Bence ofsayt kuralını anlamak zor değil maç esnasında ona dikkat edip farketmek zor. Yoksa biliyoruz canım ne olduğunu, yuh! Neyse konu dağılmasın.
Bu haftanın gündemi belli, mesele "kim şampiyon olacak" tan çıktı, "kim kimi yenecek, GS mi FB mi "nanik" yapacağa döndü. 3 Temmuz'dan bu yana yaşananların da verdiği gazla ezeli rekabet son noktaya ulaştı. Sona yaklaştıkça, son bir kaç maçtır tekmeler havalarda uçuşuyor, küfürler kol geziyor, sahaya atılan onun bunun içi çakmak dolu atletleri, meşaleler, çakılar da cabası. Hepsi bir tek şeyi işaret ediyor : Taraftar huzursuz, taraftar keyifsiz, taraftar bu rekabeti futbol olmaktan çıkartmış, niye? Çünkü klüplerin savaşı, konuşulanlar, atışılanlar hepsi büyük bir psikolojik baskı yaratıyor taraftar üzerinde. Öyle bir yapıştık ki takımlara ( ki bunu her takımın her taraftarı için söylüyorum) artık sanki ölüm kalım meselesi haline geldi. Halbuki bilmeliyiz ki bu hayatta herşeyin fazlası zarar. Rejim yaparken yediğin salatanın da fazlası zarar ( Zayıf inek yok anlayışı-quote: H.Insel), sevginin de aşırısı zarar (i.e Romeo + Juliet), nefretin de, dolayısıyla taraftarlığın da fazlası zarar elbet. Bir zamanlar Türkiye'de Futbol'un doğuşuna tanık edenler, küçücük stadlarda rakip takım taraftarlarıyla maçları yanyana elele kolkola izleyenler, bugün tribünlerden sahaya "çakı" atılacağını, sahada birbirinin canına kastedecekleri hiç akıllarına getirmişlermiydi acaba?
Dünkü Trabzon-Fenerbahçe maçını düşünelim. Taraftar kızgın, niye kızgın geçen sene kılpayı şampiyonluk kaçtı, sonra 3 Temmuz oldu, iyice gaza geldiler. Peki de bu sene şampiyon olmakla uzaktan yakın alakaları yok, doğru düzgün derbi galibiyetleri yok playofflar olmasa gündemde olmasına hiçbir sebep yokken bu öfke bu şiddet niye?
Bana kalırsa, haftaya FB-GS final maçında FB taraftarı seneyi ismine, şanına, geçmişine yakışır bir şekilde kapatmalı. Kazansa da kazanmasa da bu kez "centilmenlik" kazanmalı. Sahaya ne bir şişe, ne bir çakmak en bir kibrit çöpü dahi atılmamalı, küfür olmamalı, takımına yakışır, sahadaki canını dişine takan oyunculara, kenarda canla başla çalışan teknik ekibe, adliyede yaşam savaşı veren yönetime saygı adına, sadece futbol konuşulsun, sadece futbol izlensin ve sadece futbol kazansın diye, 12 Mayıs Cumartesi akşamı Kadıköy'de sadece sevgi ve çoşku çığlıkları yükselmeli. Ezeli rakibi Gs'yi öyle bir ağırlamalı ki, maç sonu ne olursa olsun Maraton'da, Telegol'de, sokakta evde Twitter'da Facebook'ta Futbol konuşulmalı.
Bilen bilmeyene, anlayan kafası basmayana anlatsın! Kapılarda adam gibi kontrol yapılsın. Ve Cumartesi günü Kadıköy'de sadece coşku sesleri yükselsin. Bu karşılaşmaya can dayanmaz diyoruz, zaten stresliyiz zaten şampiyonluk peşindeyiz, bari üstüne bir de eşlerimizin, babalarımızın, sevdiklerimizin stadda heran başına birşey gelebileceğini düşünerek gerilmeyelim. Çocuklarımızın izlediği bu tarihi maçı kan revan içinde, küfür kıyamet peşinde o minicik sünger gibi herşeyi emen, öğrenen ezberleyen beyinlerine işletmeyelim.
Bir FB'li olarak söylüyorum : Futbol şiddet DEĞİLDİR, Futbol Holiganlık DEĞİLDİR, Futbol adam bıçaklamak HİÇ DEĞİLDİR. Futbol SEVGİDİR. AŞKTIR. ÇOŞKUDUR. SAYGIDIR. SAĞLIKTIR. SANATTIR. MARİFETTİR, TATLI REKABETTİR...
Ha bir de ŞAMPİYON FENER! :)
24 Nisan 2012 Salı
El Karavanos a L'Espana con El Frenos Grupos!
- sinyor, el frenos ?
.........
Bindik gidiyoruz.
Tüyo No.1 : Yedi kişilik yatağı olan karavana 7 kişi binmeyiniz, mümkünse max 4 kişi bininiz. eşyaları koycak yer kalmıyor heryer yatak.
İlk iki günümüz Barcelona'da geçiyor. Karavan parkta komşularımız tam tatilci. Çadırlar, sıvalı paçalar, atletli amcalar, commun tuvaletler. Bizim de aşağı kalır yanımız yok. Çıkarıyoruz katlanan masayı plastik sandalyeleri, sabah kahvaltısında baguette ekmek, Jamon ( yummmm) ve domates ler havada uçuşuyor. Etraf çayır çimen, karşımız deniz, kum...
Tüyo No.2 : denizin kumun toprağın olduğu yerde karavana ayakkabıyla binilmese daha iyi olcakmış. Gavur önüne paspas sermiş ayakkabıları çıkarıp giriyor, biz ise ya allah bismillah. Karavanın içinde bi sen eksiksin Nihat Doğan, başka her tür bok var anasını satayım.
Güzel restoranlar, ayak kol bacak kafa üst üste uyumalar, bol yürüme, az yağmur, çok rüzgar eşliğinde iki gün geçiip gidiyor...İstikamet Tarragona üstünden Valencia, ama bu kez "gece otelde kalalım" haykırışları içinde kendimizi Valencia'da bir otele atıyoruz. Butik bir otel. Muazzam şık, 5 yıldızlı ayıptır söylemesi ama epey de ucuz. Karavanı otelin kapısının az ilerisine partk edip tatilciler edasıyla check in yapıyoruz.
-sinyor, piscina?
7 ayı yavrusu havuza koşuyor, hayatlarında görmemiş gibi şen ve mutlular...O gece uykular nefis, üst baş pırıl...ohhhhhh. sabah kahvaltıda yan masadan "kim bunlar yahu" sorusu ve garsonun" onlar karavanla geldi" yorumu...Bir gece otel yeter, bu gece karavanda kalalım diyor ve check out ediyoruz.
Valencia'yı bisikletle turluyoruz...Pırıl pırıl bir şehir, mis gibi bir hava, bomboş sokaklar. I heart Valencia!
Tüyo No.3 : 7 kişiyseniz ve 4 kişi bisiklet kiraladıysanız ve sonra geri kalan 3 kişiyle buluştuysanız, geri dönüş için hiç uğraşmayın taksi çağırın. iki kişi bir bisiklet denkleminde bi küçük sıkıntı var, ben size sonra anlatırım.
3. durak Alicante. Orda da bir gece otelde kalalım diyoruz hep bir ağızdan çoşkuyla. Bu kez 4 yıldızlı, ama eskisinde de ucuz. tam da Casinonun yanı. akşamma çınçın anlayacağınız. Şıkır şıkır giyinip rulet masasında buluyoruz soluğu, erkekler artiz, kızlar şans meleği...(ellerim bomboş yüreğimde bir sızı korosu eşliğinde çıktık olay mahalinden)
Tüyo No. 4 : Alicante şirin bir yer, ama bir Valencia asla değil ve Tarragona'da da plajdan başka bi b.. yok a..! (Bu seyahat hepimizi bozdu)
Dönüşe geçiyoruz. Tüm gün yolumuz var. Yolda üzüm bağlarında piknik olsun, vinyard olup şarap tadıp peynir yiycez sandığımız yerin şarap dükkanı çıkması olsun, en son yediğimiz restorandan karafatma çıkması olsun macera dolu bir yolculuk oluyor dönüş yolu...
Son gün yine Barcelona, Bu kez karavanı veriyor ve 3. otel gecemizi ayarlıyoruz. Havamız bu ya yine 4 yıldızlı otel seçiyoruz. Karşımıza çıkan otel, bırak 4 yıldızı bana kalırsa -2 yıldızlı. köhne, çirkin abuk bi otel. Neyse neyse karavandan iyidir diyerek avunuyoruz. Paellalar gelsin, sangrialar gitsin geçiyor son gün de rüzgar gibi ve karavanımızla vedalaşıyoruz. son gün birinin, karavanımız park halindeyken vurdu kaçtısıyle depozitimiz de bi tarafımıza kaçıyor ayıptır soylemesi, elimize fotoğraflar, akıllarda anılar dönüyoruz memlekete...
İşin aslı şu ki herkes memnun kaldı bu seyahatten. Karavanmış otelmiş çok da önemli değil aslında. Maksat beraber olmak. Keyif yapmak.
Ye, iç, eğlen bizim mottomuz... eh çok yedik, çok içtik, çok eğlendik. Daha ne olsun. Bana kalırsa yaşanılası bir deneyim oldu. Tavsiye bile ederim. Modern Survivor : Karavan!
Not: tabiki Sagra de familia, Gaudi'nin yaptığı evler, kendi evi, yaptığı park filan gezildi ...O kadar da tatilci değiliz, biraz kültür yapıştı bi yerlerimize o veya bu şekil...
Adios!
11 Nisan 2012 Çarşamba
Güzel Şeyler Bizim Tarafta ama öncesi de var...

Dün Güzel Şeyler Bizim Tarafta oyununa gittim. Oyun hakkında yazacağım ama öncesi, oyun saatini beklerken çevrede olan bitenden başlı başına bir yazı çıktı, dün kargacık burgacık iphonuma not aldım. Bugün sizlerle paylaşıyorum...
Santral İstanbul'dayım. Oyun saat 20.30'da ben geldim saat 17.30'da. Ayıptır söylemesi işten 17.00'de çıktığım için bu oldu. E bari gideyim güzel bir yemek yiyeyim dedim. Evet, Tek başıma. Çünkü aylar öncesinden kalabalık bir grup olarak planladığımız bu güne kala kala birtek ben kaldım. Herkes ekti. Ciddiyim. Well whateverrrr...
Tamirhane'ye attım kendimi...2-3 masa var zaten bu saatte hangi deli akşam yemeği yer? Etrafıma bakıyorum da bir an üniversite yıllarımı andım. Bakmayın tipimin çocuk kaldığına yaşlandık be valla ) Masa masa gruplara şöyle bir göz gezdirdim. Hepsi gerçek.
Yanımdaki masa genç girişimciler masası. İki bıçkın delikanlı hararetli bir şekilde gelecekte nasıl para yapacaklarını konuşuyor. Lakers eşofmanlı gri hırkalı "cool" genç daha bilgili sanki. Hep o konuşuyor. Önce yatırım yaptı, sonra şirket kurdu şimdi de borsada fırtınalar estiriyor sankı. Yemeğine de dokunmadı, ımmm o patatesleri versene bana bari ziyan olmasın...pardon parodn nerde kalmıştık, evet masalardaki gençlik diyorduk..
Hemen önümde dedikoducu süslü kızlar masası var. iki kişiler hem konuşup hep yiyim he de iphone kullanabilen bu yetenekli canlılar hemen kendilerini belli ediyorlar. zaten de duyuyorum ne konuştuklarını "kızım aradı bilio musun? valla dün aradı, ilkinde açmadım tabi ama sonra tekrar aradı ay dedim içerdeydim duymamışım naber, filan yani işte öyle konuştuk yani..." "ya saçççmalamaaa inanmıyoraaaaammm aradığına kızıımmm ee anlattttt" off yazarken sıkıldım. kısacası herif aramış kız sevinmiş meğer kız herife hastaymış ta heriften adım beklermiş, aynı okuldalarmış bunlar ama cocuk meğer mezun olmuş filan hikaye bir yere varmıyor yani.
En ilginç masa en büyük masa... buraya 3 genç geldi az önce. İki oğlan bir kız. Kız süslü püslü, elinde laptopu belli ki her an çalışkan bir böceğe dönüşebilir ama şu anda sevgi kelebeği şeklinde hoplayarak geldi. Çünkü yanındaki oğlanlardan "cool" olanına belli ki abayı yakmış. Beraber olmayacak kadar mesafeliler ama bir ilgi bir alaka var bi elektrik var belli, kız tarafından en azından. Oğlan kendinden çok emin yakışıklı ve tabiki o da hırkalı ( bu üniversite gençliği ve hırka olayı nedir allah aşkına?) kız bırbırbır konuşuyor oğlan ise arada bi küçük gülücükler atıyor. 3rd wheel arkadaş da telefonda, olayla alakası yok. Biralar söylendi, kız tabiki Miller, oğlan tabiki efes. Telefoncu başı birşey de içmiyor. Ben size söyleyeyim kız iki saniye masadan kalksın hemen dedikodusu dönecek... derkenn ah ah ah kızım kalkmaa... Vallahi kalktı masadan sigara içmeye. Ah evladım ama şimdi arkandan konuşulcak! Bahse girerim muhabbet şudur :
- Abi Ayşe içine düşseymiş!
- Yokk be abiii
- Olm valla ya hasta kız sana baksana
- Yokhhh yaw ne alaka he he
- Sen varya sen olm manyaksın ha
- İyi kızdır ha söylim
- Hı hı evet de olm bana ne yani alakam olmaz, yani tatlı kız aslında da ne bilim
- Sus tamam geldi...
Kız geri geldi olan bitenden habersiz, yazııık. Çocuğun içine düşmeye devam. Tam o sırada Esas oğlan'ın işeyesi geldi kalktı masadan. Şimdi Telefoncu başı yandı. Kız başının etini yiycek kesin. Vagina Monologues :
- Ne konuştunuz? Benle ilgili birşey dedi mi? Napcaksınız akşam? Kız arkadaşı yok dimi ayrılmıştı onlar, tee ne zaman hatta ben yani takip ettiğimden diil şey duymuş hani bizim Esra duymuş kız bunu aldatmış falan. İyi çocuk bu dimi. Çok şeker bişi.
-....
- neyse canım bana da ne oluyor. Çok ilgilendiğimden diil yani öylesine konu olsun.
Honey, Denile is not a river ( get it? The Nile = Denial ) -bi filmden çaldım-
İstediğin kadar çevir kazı yanmasıni sen yanmışssın bi kere vücut dilinden belli. Ben sana gelecekte yaşayacaklarını söylerdim ama süprizi bozulmasın.
Ve tabiki on kusurlu hareketten biriyle yaptı kapanışı kızımız, "diversion" dediğimiz "seninle sadece arkadaş olarak ilgileniyorum" mesajını verme hareketi - yanakları mıncıklama ve "oyyy şuna bak ya çok şeker bi tip" gibi anlamsız salak bir harekette bulunma. Daha fazla bakamıcam bu deliliğe....Stop the madnesss!
Şimdi dikkatimi çekti, Tamirhane'nin sloganı "repair Yourself". Bence cuk oturmuş. Tebrik ederim.
Honey, get a grip, shake up and repair yourself yoksa sıçtığın gün bugündür.
Haydi ben oyuna... Sonra onu da anlatcam.
Santral İstanbul'dayım. Oyun saat 20.30'da ben geldim saat 17.30'da. Ayıptır söylemesi işten 17.00'de çıktığım için bu oldu. E bari gideyim güzel bir yemek yiyeyim dedim. Evet, Tek başıma. Çünkü aylar öncesinden kalabalık bir grup olarak planladığımız bu güne kala kala birtek ben kaldım. Herkes ekti. Ciddiyim. Well whateverrrr...
Tamirhane'ye attım kendimi...2-3 masa var zaten bu saatte hangi deli akşam yemeği yer? Etrafıma bakıyorum da bir an üniversite yıllarımı andım. Bakmayın tipimin çocuk kaldığına yaşlandık be valla ) Masa masa gruplara şöyle bir göz gezdirdim. Hepsi gerçek.
Yanımdaki masa genç girişimciler masası. İki bıçkın delikanlı hararetli bir şekilde gelecekte nasıl para yapacaklarını konuşuyor. Lakers eşofmanlı gri hırkalı "cool" genç daha bilgili sanki. Hep o konuşuyor. Önce yatırım yaptı, sonra şirket kurdu şimdi de borsada fırtınalar estiriyor sankı. Yemeğine de dokunmadı, ımmm o patatesleri versene bana bari ziyan olmasın...pardon parodn nerde kalmıştık, evet masalardaki gençlik diyorduk..
Hemen önümde dedikoducu süslü kızlar masası var. iki kişiler hem konuşup hep yiyim he de iphone kullanabilen bu yetenekli canlılar hemen kendilerini belli ediyorlar. zaten de duyuyorum ne konuştuklarını "kızım aradı bilio musun? valla dün aradı, ilkinde açmadım tabi ama sonra tekrar aradı ay dedim içerdeydim duymamışım naber, filan yani işte öyle konuştuk yani..." "ya saçççmalamaaa inanmıyoraaaaammm aradığına kızıımmm ee anlattttt" off yazarken sıkıldım. kısacası herif aramış kız sevinmiş meğer kız herife hastaymış ta heriften adım beklermiş, aynı okuldalarmış bunlar ama cocuk meğer mezun olmuş filan hikaye bir yere varmıyor yani.
En ilginç masa en büyük masa... buraya 3 genç geldi az önce. İki oğlan bir kız. Kız süslü püslü, elinde laptopu belli ki her an çalışkan bir böceğe dönüşebilir ama şu anda sevgi kelebeği şeklinde hoplayarak geldi. Çünkü yanındaki oğlanlardan "cool" olanına belli ki abayı yakmış. Beraber olmayacak kadar mesafeliler ama bir ilgi bir alaka var bi elektrik var belli, kız tarafından en azından. Oğlan kendinden çok emin yakışıklı ve tabiki o da hırkalı ( bu üniversite gençliği ve hırka olayı nedir allah aşkına?) kız bırbırbır konuşuyor oğlan ise arada bi küçük gülücükler atıyor. 3rd wheel arkadaş da telefonda, olayla alakası yok. Biralar söylendi, kız tabiki Miller, oğlan tabiki efes. Telefoncu başı birşey de içmiyor. Ben size söyleyeyim kız iki saniye masadan kalksın hemen dedikodusu dönecek... derkenn ah ah ah kızım kalkmaa... Vallahi kalktı masadan sigara içmeye. Ah evladım ama şimdi arkandan konuşulcak! Bahse girerim muhabbet şudur :
- Abi Ayşe içine düşseymiş!
- Yokk be abiii
- Olm valla ya hasta kız sana baksana
- Yokhhh yaw ne alaka he he
- Sen varya sen olm manyaksın ha
- İyi kızdır ha söylim
- Hı hı evet de olm bana ne yani alakam olmaz, yani tatlı kız aslında da ne bilim
- Sus tamam geldi...
Kız geri geldi olan bitenden habersiz, yazııık. Çocuğun içine düşmeye devam. Tam o sırada Esas oğlan'ın işeyesi geldi kalktı masadan. Şimdi Telefoncu başı yandı. Kız başının etini yiycek kesin. Vagina Monologues :
- Ne konuştunuz? Benle ilgili birşey dedi mi? Napcaksınız akşam? Kız arkadaşı yok dimi ayrılmıştı onlar, tee ne zaman hatta ben yani takip ettiğimden diil şey duymuş hani bizim Esra duymuş kız bunu aldatmış falan. İyi çocuk bu dimi. Çok şeker bişi.
-....
- neyse canım bana da ne oluyor. Çok ilgilendiğimden diil yani öylesine konu olsun.
Honey, Denile is not a river ( get it? The Nile = Denial ) -bi filmden çaldım-
İstediğin kadar çevir kazı yanmasıni sen yanmışssın bi kere vücut dilinden belli. Ben sana gelecekte yaşayacaklarını söylerdim ama süprizi bozulmasın.
Ve tabiki on kusurlu hareketten biriyle yaptı kapanışı kızımız, "diversion" dediğimiz "seninle sadece arkadaş olarak ilgileniyorum" mesajını verme hareketi - yanakları mıncıklama ve "oyyy şuna bak ya çok şeker bi tip" gibi anlamsız salak bir harekette bulunma. Daha fazla bakamıcam bu deliliğe....Stop the madnesss!
Şimdi dikkatimi çekti, Tamirhane'nin sloganı "repair Yourself". Bence cuk oturmuş. Tebrik ederim.
Honey, get a grip, shake up and repair yourself yoksa sıçtığın gün bugündür.
Haydi ben oyuna... Sonra onu da anlatcam.
22 Mart 2012 Perşembe
Kuzey + Güney, ugghhh more like Flash + Back

Sadece dünkü KG de dikkatimi çekenleri yazacağım. Ekleyecekleriniz varsa beklerim.
DİKKAT SPOILER ALERT!
Bir önceki bölümde mezara giren Kuzey'in akibetini merak ederken "arkası yarın" sendromu yaşamıştık. -Tabiki Kuzey ölmeyecekti onu biliyorduk, ama nasıl kurtulcaktı, sonra ne yapacaktı. Ayrıca onu bırak Cemre ile ne olacak, Zeynep ne yapacak...bunları göreceğimizi umarak girdik haftaya.-
Dünkü bölüm ise tamamen Lost kıvamında gelişti, yok yanda bir sayaç yok bir ileri bir geri hatırlamalar. Bir de üstüne çok enteresanmış gibi Ali'nin tuvalette sıçar haldeki sahnesini tekrar yaşadık. (ismi lazım değil bir arkadaşım o sahneyi görünce " yok canım sıçmıyordur boyu kısa ya ayakta o oturmuyor ama öyle görünüyor" dedi. Herif bariz sıçıyo, gazetesini almış, sabah ketfi yapıyor. ) Ali neredeyse tam altını silecek tuvalet kağıdına uzanıyor sahne değişiyor. Tramvatik bana sorarsanız. Biz bu TV insanlarının hiç WC kullanmadıklarını düşünürdük halbuki, hiç bir sahnede "pardon bi işeyip gelicem" lafı olmaz genel olarak. Bi sebebi var ki olmaz.
Neyse, sonra Ali kırk saat evde hazırlanıyor çıkıyor arabaya biniyor yolda gidiyor havaalanına geliyor içeri giriyor of of of kanımızı kurutuyor, geçti mi size bi 10 dakika daha.
Bir de flashbackler var, iki türü var bunların. Bir kısmı eskiyi hatırlama dolayısıyla izleyiciye o sahneleri 88. kez gösterme durumu var. Ezberledik. Yani Güney'in Kuzey'e çıkışını, Kuzey'le Zeynep'in Antalyadaki konuşmasını, Cemre'yle Antalya'da öpüşmesini ( bu arada şimdi farkettim maşallah Kuzey'e de bak Antalya seyahatleri boş geçmiyor), bütün bunları ez. ber. le. dik. Diğer tür de "siz bunları görmemiştiniz ama aslında arada bunlar da oldu." türünden. Tamam gayet legitimate kabul ediyorum ama abartınca cılkı çıkmıyor mu sizce de?
Bir de işin sonucunda bir hafta önceki bölümün sonundan bu bölümün sonuna toplam 5 dk geçmiş oldu. Reklamlardan sonra sahnenin 10 sn gerisinden başlamaları ve de en son reklamdan sonra "Kuzey Güney reklamlardan sonra devam edecek" diyip bizi kandırıp, en son aynı 10 sn yeyi tekrarlayıp bitirmelerini hiç saymıyorum. Valla pes.
Haftaya görmek istediklerimiz : Kuzey artık başındakı en azından bir beladan kurtulsun, ya Simay ya Ferhat, ya Zeynep (o da bela o da, gereksiz). Mesela ölüm korkusu yaşarken en çok Cemre'yi hatırladı ya, bari ona ilan-ı aşk etsin bişi olsun. O anneye de gıcığım zaten.
Neyse, iyice abarttım durumları. Yanlış anlaşılma olmasın, ben gayet işimde gücümde, iyi okumuş, iyi görmüş, aklı başında bir kadınım fakat TV Freak tarafım ortaya çıkınca dayanamıyorum. Ohhhh rahatladım. Ohh.
P.S: daha önce Survivor hakkındaki yazımda Acunn medya ile twitter dialoğumdan bahsetmiştim. O accountun Acunn Medya ile hiç bir alakası olmadığını direk kendilerinden teyid ettim. Sahte accountlara dikkat.
Sevgiler
19 Mart 2012 Pazartesi
Eski bir günlüğümden....Bölüm : 2 Mahallenin Çocukları

Tabi sıcak yaz günlerinin tek eğlencesi havuz faslı değildi. Bizim mısırcı gelirdi her gün. Bizim mısırcı diyorum çünkü adamın adı Bizim Mısırcı'ydı, yani arabasında öyle yazardı. (Burada daha önceki "Ben küçükken" yazısında bahsi geçen -çocuklar para var mısır alalım- olayını hatırlayalım. )
Bir de sokak futbol maçları olurdu. Nevhan, Mahmut, Cenk bizim mahalleden hatırladığım isimler. Onlar büyüklerdi benden. Bir de bizim sitede Aslı-Cem kardeşler vardı, bir de Serbülent. Didem bi gün bavulunu toplayıp evlencem diye Serbülent'e kaçmıştı. (yaş 8 filan). Bütün mahalle top oynardık. Benim bizim sitenin yeşil demir dev ama gerçekten dev kapılarının ötesine yani sokağa çıkmam yasaktı. o yüzden kapının üstünde ileri geri sallana sallana seyrederdim maçları. O Mahmut, akşam üzerileri bir sandviç yerdi orda duvarın üstüne oturmuş, yarım ekmek içinde yok yok, varya offff nasıl canım çekerdi size anlatamam. Hemen eve koşar birbenzerini kendime yapardım. Şimdi düşünüyorum da kilo problemlerimin bir sorumlusu da ona o sandviçi hazırlayan annesidir! 
Bazen de kendi başımıza işlere kalkışır babamdan azarı yerdik. Ticarete küçük yaşta atıldık biz ablamla. Bizim üst kat komşu Kinder distribütörüydü, kutu kutu verirdi bize. Biz de onun içinden çıkan oyuncakları biriktirirdik, bir gün dahice bir fikirle onları el arabasına koyup mahallede sattık. Babam işten gelip olayı farkına varıp herkese paralarını iade ettirinceye kadar herşey süperdi. Akşam hasılatı : cepler boş, oyuncakların yerinde yeller, geride paramparça kinder çikolata yumurtacıkları.
Suadiyedeki en güzel yıllarım böyle geçti, Leyla ile oynadığımız Doğu Batısının Cadısı oyunları, bahçede fıstık toplama yarışları, kayıkhane maceraları... Büyüdük ve hepsi bir bir yok oldular....Önce Didemler taşındı, sonra kuzen Emirler. Mahalledeki diğer çocuklar da ortaokula başlamıştı ve ben hala ilkokuldaydım. Sanki herkes benden daha hızlı büyüyordu.
İlk okulu bitirdiğim yılın son baharında Vaniköy'e taşındık...
Not: fotodaki havuz hakkaten o havuz. Courtesy of Turyap.
(Vaniköy'de gençlik yılları...arkası yarın)
Survivor 2012-ilk bölüm izlenimleri

Öncelikle Nez ve Meter'in hastalandıklarına pek inanmıyorum. Vardır bu işin içinde bir bit yeniği. Kulağıma birşeyler geldi ancak doğruluğunu bilmeden yazmak, birilerini zor durumda bırakmak istemedim açıkçası. Yakında ortaya çıkar.
Gelelim ilk bölüme...
Liderler hemen kendilerini belli ettiler. Gönüllülerden Hasan (ki kendisi bana kalırsa gayet de ünlü, neden gönüllü onu anlamış değilim), Ünlülerden de Nihat adaya ayak basar basmaz liderlik koltuğuna oturdular. Hasan tecrübeli bir "ağabey" edasında başladı yarışmaya. Ekibini de pozitif yönlendirmeyle yönetmeyi başardı diyebiliriz. 10 Puan. Nihat ise biraz daha egosuz olup, biraz daha pozitif bir hava estirebilecekken, grubu tam toparlayamadı. Ama ilk elin günahı olmaz, ilk günün hiç olmaz diyelim ve gelecek bölümler ne gösterecek birlikte görelim.
Grubun ilk ağlayanı Almeda oldu. Daha ilk günden ailelerin bu derece özlenmesi, heralde adadaki gelecek günlerin kaygısı sayesinde oluyor, yaşamadan bilemeyiz ama yine de şu ağlamaların artık biraz minimuma inmesi şart. Mood killer bana sorarsanız.
Beklenmedik asabi ise Alp Kırşan. Kendisinin tamamen geyik ve şebek ve herkesin sevgilisi olacağını beklerken daha ilk günden hırsını ortaya koydu ve "ben yüksek sesten hoşlanmam gerekirse ayrı bir yerde kendime ev yaparım" dedi. Grup psikolojisine tamamen ters olan bu tutumun izleyicilerce hoş karşılanmadığını tahmin edebiliyorum. Otur Sıfır.
Gönüllüler takımı ise genel olarak epey güçlü, kızlar da azimli duruyorlar, bir tek Asena konusunda endişelerim var. Çok kavgacı olacak gibi görünüyor. Bana kalırsa ya Asena-Şansın ya da Asena-Rockçu kız ( adını bilmiyorum, demekki bende pek iz bırakmamış) bi kavga patlatırlar bu hafta. Bayılır bizim millet de, reytingler uçar.
Anıl'a gelirsek eğer, çok efendi ve ünlüler takımında çok başarılı olacağına inanıyorum. Bence o tarafa geçti şansı arttı, Gönüllüler onu harcayabilirdi. (Çocuğun adı Anıl mı Cevher mi? Cevher Anıl ise, yarışmada adı Cevher yazıyor, konuşmada Anıl!)
Gelelim gecenin şahsım adına en garip olayına. Twitter'dan "acunn yine saçma reklamlara başlamış" yazmıştım. Ki haklıyım. Sürekli bir markaya kefil olurmuşsasına, infomerciallara çıkıp kredibilitesini düşürüyor Acun. Bana kalırsa kendi imajı/markası adına büyük bir hata yapıyor. Çok çalışıp çok kazanan biri iken, para için ne derlerse ben de derim konumuna düşmesine ramak kaldı. Bu projeleri kendisine ekibinin ayarladığını düşünerek, bu işe bir el atmasını öneriyorum.
Bu twitimin üzerine Acunn medya'dan "yayında bir problem oldu, özür dileriz." mesajı geldi. " Ne gibi? " dedim, çünkü haliyle anlayamadım. cevap "Fb'nin GS'yi yenememesi gibi"diye geldi. Hala anlamadım. Anlayan varsa anlatsın ( Acun'un FB liliği göz önünde bulundurulursa FB için kötü birşey yazmayacaklarını varsayarak iyice kafam karıştı.) "Acunn medya adına mı konuşuyorsunuz" dedim. "evet" dediler. "neye istinaden yazıldığını anlamadım açıkcası" dedim. henüz cvp alamadım.
Acunn medya hesabı Acun ve ekibini temsil ediyorsa belki biraz daha dikkat etmeli. Ya da zararsız bir yorum ise yapılan, açıklasınlar ben de kimseyi zan altında bırakmayayım. Bilmiyorum siz ne dersiniz?
15 Mart 2012 Perşembe
Eski bir günlüğümden....Bölüm : 1 Sarı ev
Not: Bu yazıyı Universite 3. sınıfta yazıp bir kenara koymuşum. Çok uzun olduğu için bir kaç bölümde yayınlayacağım. Okurken bunu 20li yaşlarda bir kızın yazdığını unutmayın!
Şu sarı ev var ya bizim evimiz
Annem babam kardeşlerim biz hepimiz
Onu çok severiz....
Bu şiiri ilkokulda öğrenmiştim. Büyük ihtimalle birinci sınıfın sonlarındaykendi. Yazarının kim olduğunu malesef bilmiyorum. Şiirin devamını da hatırlamıyorum. Bildiğim birşey var ki o da bu şiiri on kez üst üste okuduğum için kendimle gurur duymuştum. Büyün sınıfa hava atmıştım. Herhalde ders konusunda hayatım boyunca hava atabildiğim yegane konulardan biri bu olmuştur. Evet pek çalışkan değildim ve hala da öyle sayılmam, ama sınıfımı her zaman geçtim. Beşten şaşmadım altıyı aşmadım. Açıkcası bunun beni çok rahatsız ettiğini söyleyemeyeceğim. Herneyse bu şiiri hala hatırlıyorum. Şiiri bırakıp bizim evden bahsedersek eğer biz kişiyiz.
Annem, babam ablam ve ben. ( o zamanlar aynı evde yaşama olayı var tabi) Ablamla aram tam 4 yaş. Yani ben küçükken o büyüktü. Ben büyüdüm o yine büyük. Biliyorum anlaması zor. Sonuçta 4 yıl bu yakalaması ne kadar zor olabilirdi ki? Acı gerçeğin beni bulması çok uzun sürmedi. Yılların zamanla kapanmadığını, benim hep "küçük" kalacağımı öğrendim.
Ben doğduğumda annemler Moda'daki evden Suadiye'ye Koruparkı sokağına taşınmışlar. Dolayısıyla Moda'daki o bahçeden merdivenle aşağıya kayaların dibindeki o dairede ben hiç yaşamamışım. Suadiye çok güzeldi. Babaannemler de orda oturuyorlardı. Ve birçok çoluk çocuk. Çok küçük yaşlarımı hatırlamakta zorlanıyorum fakat derine inebildiğim ve resimlerden görebildiğim kadarıyla mutlu bir çocukluk geçirdim diyebilirim. Kapıcının kızı İnci vardı, hep onla oynardık. Selhan vardı onunla He-Man cilik oynardık. Bahçede taşları oluk oluk merdivenler vardı, he-man kalesi, İskelator şatosu...Kuzenim Leyla'nın annaannesi yani babaannemin kız kardeşi de orda yaşardı o yüzden Leyla'ile geçirirdim çoğu vaktimi. Hep Barbie oynardık. Barbie hergün okula gider, sonra alışverişe, ordan da baloya giderdi. Seneler boyu aynı senaryoyu sıkılmadan oynadık ve her defasında heyecanla o gece baloya ne giyileceğini tartıştık. Tabi her seferinde ortalığı çok dağıttım için annemden azarı yerdim. Haksız da diildi. Sonuçta ne raftaki kitap kalırdı ne masadaki örtü. Ne bulursak barbielerin evini kurmak için kullanır, toplamaya ğşenir olay yerinden hızla fıyardık. Bir keresinde Barbie küpesi kayboldu diye annem hepsini saklamıştı. uzun süre oynayamadım, yerini bilsem de nedense hiç gizlice almaya da çalışmadım. Koridor dolabının en tepesindeydiler.
Bu arada Timur ve Didem'i de unutmamak gerekir. Onlarla geçti bütün çocukluğum aslında. Annemlerin en yakın arkadaşlarının çocukları. ikisi de benden büyüktü (Didem 2yaş, Timur 3) o yüzden kıskançlık çekmediğimi söyleyemem. Ablamın ve onların oynadıkları çoğu oyuna pek davet edilmezdim. Küçüğüm ve anlamıyorum ya hiç birşeyden. (Bıraksınlar bunları ben biliyorum o oyunları!)
Allahtan diğer kuzenlerim Emir ve Can vardı. Bizden birer yaş büyüklerdi. Küçük kardeş olma psikolojisinde yalnız olmadığımı bilmek beni rahatlatırdı. Bir de Banu vardı. Bizim diğer yan komşu. Oblamın arkadaşıydı ve tabiki her seferinde ben de onlarla oynamak isterdim çünkü onun muhteşem barbie leri vardı fakat benim izlemeye bile iznim yoktu değil onlarla oynamak. Babası Murat amcadan aldığım gofret ile sakinleşip köşeme çekilirdim. Onların Barbieleri benim gofretim vardı. O yaştaki obur bir çocuk için bu ikisi eşit sayılırdı. Çocuk kalbini kazanmak o kadar kolay dı ki....
Devamı Pazartesi....Havuz maceraları, sokak futbol maçları ve genç yaşta ticarete atılımımız geliyor. Acaba beni de anlatmış mı diyeneler... bekleyiniz görünüz.
Şu sarı ev var ya bizim evimiz
Annem babam kardeşlerim biz hepimiz
Onu çok severiz....
Bu şiiri ilkokulda öğrenmiştim. Büyük ihtimalle birinci sınıfın sonlarındaykendi. Yazarının kim olduğunu malesef bilmiyorum. Şiirin devamını da hatırlamıyorum. Bildiğim birşey var ki o da bu şiiri on kez üst üste okuduğum için kendimle gurur duymuştum. Büyün sınıfa hava atmıştım. Herhalde ders konusunda hayatım boyunca hava atabildiğim yegane konulardan biri bu olmuştur. Evet pek çalışkan değildim ve hala da öyle sayılmam, ama sınıfımı her zaman geçtim. Beşten şaşmadım altıyı aşmadım. Açıkcası bunun beni çok rahatsız ettiğini söyleyemeyeceğim. Herneyse bu şiiri hala hatırlıyorum. Şiiri bırakıp bizim evden bahsedersek eğer biz kişiyiz.
Annem, babam ablam ve ben. ( o zamanlar aynı evde yaşama olayı var tabi) Ablamla aram tam 4 yaş. Yani ben küçükken o büyüktü. Ben büyüdüm o yine büyük. Biliyorum anlaması zor. Sonuçta 4 yıl bu yakalaması ne kadar zor olabilirdi ki? Acı gerçeğin beni bulması çok uzun sürmedi. Yılların zamanla kapanmadığını, benim hep "küçük" kalacağımı öğrendim.
Ben doğduğumda annemler Moda'daki evden Suadiye'ye Koruparkı sokağına taşınmışlar. Dolayısıyla Moda'daki o bahçeden merdivenle aşağıya kayaların dibindeki o dairede ben hiç yaşamamışım. Suadiye çok güzeldi. Babaannemler de orda oturuyorlardı. Ve birçok çoluk çocuk. Çok küçük yaşlarımı hatırlamakta zorlanıyorum fakat derine inebildiğim ve resimlerden görebildiğim kadarıyla mutlu bir çocukluk geçirdim diyebilirim. Kapıcının kızı İnci vardı, hep onla oynardık. Selhan vardı onunla He-Man cilik oynardık. Bahçede taşları oluk oluk merdivenler vardı, he-man kalesi, İskelator şatosu...Kuzenim Leyla'nın annaannesi yani babaannemin kız kardeşi de orda yaşardı o yüzden Leyla'ile geçirirdim çoğu vaktimi. Hep Barbie oynardık. Barbie hergün okula gider, sonra alışverişe, ordan da baloya giderdi. Seneler boyu aynı senaryoyu sıkılmadan oynadık ve her defasında heyecanla o gece baloya ne giyileceğini tartıştık. Tabi her seferinde ortalığı çok dağıttım için annemden azarı yerdim. Haksız da diildi. Sonuçta ne raftaki kitap kalırdı ne masadaki örtü. Ne bulursak barbielerin evini kurmak için kullanır, toplamaya ğşenir olay yerinden hızla fıyardık. Bir keresinde Barbie küpesi kayboldu diye annem hepsini saklamıştı. uzun süre oynayamadım, yerini bilsem de nedense hiç gizlice almaya da çalışmadım. Koridor dolabının en tepesindeydiler.
Bu arada Timur ve Didem'i de unutmamak gerekir. Onlarla geçti bütün çocukluğum aslında. Annemlerin en yakın arkadaşlarının çocukları. ikisi de benden büyüktü (Didem 2yaş, Timur 3) o yüzden kıskançlık çekmediğimi söyleyemem. Ablamın ve onların oynadıkları çoğu oyuna pek davet edilmezdim. Küçüğüm ve anlamıyorum ya hiç birşeyden. (Bıraksınlar bunları ben biliyorum o oyunları!)
Allahtan diğer kuzenlerim Emir ve Can vardı. Bizden birer yaş büyüklerdi. Küçük kardeş olma psikolojisinde yalnız olmadığımı bilmek beni rahatlatırdı. Bir de Banu vardı. Bizim diğer yan komşu. Oblamın arkadaşıydı ve tabiki her seferinde ben de onlarla oynamak isterdim çünkü onun muhteşem barbie leri vardı fakat benim izlemeye bile iznim yoktu değil onlarla oynamak. Babası Murat amcadan aldığım gofret ile sakinleşip köşeme çekilirdim. Onların Barbieleri benim gofretim vardı. O yaştaki obur bir çocuk için bu ikisi eşit sayılırdı. Çocuk kalbini kazanmak o kadar kolay dı ki....
Devamı Pazartesi....Havuz maceraları, sokak futbol maçları ve genç yaşta ticarete atılımımız geliyor. Acaba beni de anlatmış mı diyeneler... bekleyiniz görünüz.
Ben küçükken...

Küçükken pek ağlamaz, yemek seçmez (duh!), çok konuşur, çok eğlendirir, çok sevilirmişim.
Şimdi de çok konuşuyorum, öf pöf deniyor, yemek seçmiyorum, herşeyi yiyorum, yeme deniyor, reklamlara bile ağlayasım geliyor, garipseniyor, gerçi ben de garipsiyorum yani sen bekle bekle yaşıan gel sulu göz ol. (yeah, the hormones my friend, the hormones) hala eğlendiriyorum ve çok seviliyorum çok şükür. Hala çok şekermiymişim? eh onu da şimdi söylemek ayıp olur, yıllar sonra "ben 32 yaşımda çok şekermişim" derim, valla derim, öyle dediler derim.
Küçükken anlatırlar hep, harçlığımı alıp mahallede "çocuklarrr para var hadi mısır alalım" diye bağırıp herkesi etrafıma toplarmışım. Bana verilenin yarısını koparır ablama vermek için saklarmışım.
Ben küçükken "de" hep şarkı söylemeye meraklıymışım. Susmazmışım. (video kanıtları var, yalanım yok). Kim bilirdiki yıllar sonra, hala, şarkıcı olacağım yerde, bizim kızlar grubunun "zeynep artık şarkı söylemesin" kampanyası başlatacağını :) şimdi onlardan birini (Emine bu sana!) yolda gördüğümde camı açıp avaz avaz şarkı söylüyorum ve çok eğleniyorum. Diyorum ya kesin yıllar sonra Zeynep de çok şeker kızdı gençliğinde diyecekler.
Birilerine kızdığımda bavulumu alıp kaçarmışım ( bahçeye ). Asiymişim. Şimdi de öyle, sinirlenince bir diğer odaya geçiyorum. Feci asiyim. Bir bakış atıyorum, ortalık yıkılıyor.
Küçükken, "uydurukça" adlı bir lisanım vardı sadece benim konuşabildiğim
. (ingilizcenin yandan yemişi). "La İsla Bonita" yı "si lena ki lena Pedro" diye söylerdim. Pedroyu kapmışım ama hayret. Zeka fışkırıyomuş.

En çok oynadığım oyun Barbie idi. saatlerce oynardım. Şimdi bir barbie m var. Bir de ipaddeki Dress me app lerim....
Ben küçükken hep büyümeyi hayal etmişim... Kim etmemiştir ki... Tadını çıkarmışmıyızdır acaba çocukluğun, masumiyetin? Ne o an anlayabildik ne şimdi hatırlayabilioruz. Bugünkü aklım olsa ne yapardım diyoruz.
Bugünkü aklın olsa, o günkü çocuk olurmuydun be birader?
13 Mart 2012 Salı
Survivor şenlikleri başlasın!

Bir çoğunuz gibi (TV Freak olanlar için konuşuyorum) ben de bu seneki Survivor Ünlüler-Gönüllüler'i heyecanla bekliyorum. Ön yargılı görüşlerimi de pişkince sizlerle paylaşmak istiyorum. Kim bilir belki medyada bir "polemik" yaratır ünüme ün katarım.
Ünlüler takımı:
Geçen senelere kıyasla bakacak olursak karakterler yine bir çizgide seçilmiş.
Zırtolar : Doğuş - Alp Kırşan : Grubun şebekleri yarışmasında yarışacaklar. ikisinin de içinde birer Oh Yeah Taner mevcut gibi, lakin (bir ND klasiği kelimesi) Doğuş'un saçma derecede daha cesur ve dolayısıyla abartılı, Alp'in ise kibarlığı sebebiyle daha geride kalabileceğini düşünüyorum. İkisi de fit. sporlarda başabaş olurlar.
Kibariyeler : Nezciğim, o konuşma tarzı, o kibarlık seni yem yapar bu adada ben sana şimdiden söyleyeyim. Bakınız Ebru Destan, "pascaaaaaaal" diye ağlarken bile ayakları coup de pied (bale terimi ) şeklinde, eller kollar muntazam şekilde doğru yerlere yerleştirilmiş.... noldu, kız yemekleri yaptı, kibarlıktan ödün vermedi eh bi güzel de elendi. Ama sonra da evlendi. Artık kim kazandı onu bilemeyiz. Almeda, 20 yaşındasın, sen de pek kibarsın. İnşallah harcanmazsın. Merve'yi pek tanımıyorum şahsen. Bilemeyeceğim.
Yeni Asena : Sibel Tüzün. Direk. Tartışmasız. Hardcore. Kavga çıkartır. Hırslıdır. Reyting yapar.
Yakışıklı Şahsiyet : Eskilerin Pascal'ı, İhsan'ı olacak Nihat arkadaşımız. Kendisini finale kadar gideceği için şimdiden tebrik ediyoruz.
Fenomen : Geçen senenin ND'si, önceki senenin Taner'i, Aydın'ı... hepsini topla, Bir Mustafa Topaloğlu etmez. Sakın adayı uzaylılar basmasın?
Her kimi unuttuysam bilesinizki o zaten gereksiz silik bir karakter olarak seçilmiştir.
Gönüllüleri yorumlayamayacağım. Tanımam etmem. Ama eğer bu sene;
- Pascal'ı Derya'yı yorumcu olarak görürseniz,
- Taner'i Meter'i ziyaret ederken görürseniz,
- Ödülleri more and more marka bazlı görürseniz, ( reklam yapacaz diye aç kalacaklar, kim ne yapsın şampuanı, yemek ver yemek)
- Play Off ları Digiturk Sponsorluğunda seyrettiklerini görürseniz,
- Kaşı bacağı nasıl kılsız kaldı tartışmalarınının inatla devam ettiğini görürseniz
- ilk ağlayanın ünlüler erkeklerden olacağını görürseniz...
şaşırmayın... demedi demeyin... predictionlarım devam edecek.
Survivor! Let the games begin!
8 Mart 2012 Perşembe
Bürokrasi çilesi...

Çalışma hayatımda hep karşıma şu "işe giriş belgeleri" konusu çıktı. Hep atlattım, erteledim, uğraşmadım fakat ilk defa bu kez kaçamadım ve bakın o süreçte neler yaşadım:
İki iş arasında boş günü olmayıp küçük izinlerle yaşanan bir başarı hikayesi
1. gün : Muhtara gittim ikamet istemeye, kaydını daha aldırmamışsın nüfusa git dediler.
Nüfusa gittim, kaydımı aldırdım yeni adrese, bir de geç kaldığım için ceza ödedim. Muhtara geri gittim, nüfus sureti aldım. İkametgah alırken sistem çöktü, alamadım. Nüfusa gittim ikametgah aldım. Verem savaş'a gittim. Tam da o gün özel toplantı varmış. Doktor yokmuş. Çıktım sipansere gittim ( yakınındaki) kapalıymış. Resim çektirmeye gittim. Çektirdim. Adliye'ye gittim. Meğer hepsi birden Çağlayan'a taşınmış. Geri döndüm. Gün bitti. İşe dönemedim eve gittim.
2. gün : Öğle arasında çıktım Çağlayan'a gittim. "Sabıkanız yoktur tebrikler buyrun bu da belgesi" dediler. Aldım. Noter'e gittim. Diplomamı verdim. "Yabancı diploma, olmaz tercüme ettir getir" dediler, vakit kalmadı. İşe geri geldim.
3. gün : Verem Savaş'a gittim, film çektirdim. Öğleden sonra geri gel dediler filmi alacaksın, ordan Hükumet Tabipliği'ne onaylatacaksın rapor alacaksın dediler, dispansere gittim, kanıma baktırdım. Kartımı aldım. İşe geri geldim.
3,5. gün : O gün bugün. Mümkünü olursa sağlık olayının devamını da bitirip, tercümesi yapılan diplomamı tasdiklettirip işi bitireceğim.
Toplarsak, sağlıklıyım, sabıkasızım, gerçekten üniversite mezunuyum, verdiğim adres doğru ayrıca kan grubum hakkında da sapık gibi yalan söylemiyorum demek için toplam yarımları da sayarsak tam 2,5 gün harcadım. Harcanan yol vemasraf paraları ve kaybedilen zaman da cabası.
Neden bütün bunlar TC kimlik nosuna bağlı otomatik yapılamıyor? İlla para alacağız dertleri varsa yaptır havaleyi, dekont nosu ile internetten indir herşeyi bitsin gitsin. Herkese kolaylık olmaz mı? Çok mu zor?
Fakat bu arada, kısa günün karı, nasıl kan grubu tespit edilir onu öğrendim.
Bir seramik tableti üzerine ( evet baya bildiğimi tuvalet duvarındaki seramik) 3 kan damlası damlatılıyor. ilkine A, ikinciye B, üçüncüye de +/- solüsyonları dökülüyor. A pıhtılaşırsa A, B ise B ikisi de değilse demekki 0 sınız. üçüncü sıradaki pıhtılaşırsa + aynı kalırsa da -. sonra hop bir kağıda yazılıyor kaşe basılıyor bitti bu kadar. Neden bilmiyorum hoşuma gitti. Very CSI, uuuuuu.....DNA testi yapılışını görsem kimbilir ne olacağım.
6 Mart 2012 Salı
Sabah hızlı hazırlanmanın püf noktaları

Biz kadınlar, biliriz ki aslında çok pratik ve erkeklere oranla daha hızlı kararlar verebilen ve dolayısıyla aslında daha hızlı hazırlanabilen varlıklarız ama bizde hazırlayacak malzeme çokluğu, süreye vurunca malesef biz kadınları erkeklere oranla daha geri kulvarlarda bırakıyor. Nitekim bu sebeple de adımız "ay yine bir türlü hazırlanamadı" ya çıkıyor. Halbuki, çok basit bir aritmetik karşılaştırma yaptığımızda bu dengesizliği görmek kolayca mümkün.
Erkeklerin genellikle saçı kısa, makyajı yok, zaten 3-5 çeşit ayakkabısı var, takım elbise giyiyorsa bi gömleğe uygun bi kravat seçmek çok zor diil, takı takma durumları yok, ay hangi paltom yakışır sorunsalları yok.... kadınların saçı var, makyajı var, 3356678945 çeşit ayakkabı seçenekleri var, çanta olayı var, hepsine uygun palto seçme olayı var, küpesi kolyesi bileziği hatta bazen bunlara uygun saati var... var oğlu var...
Biz kadınlar için sabah işe giderken işte tüm bu aradaki farkı kapatmanın püf noktalarını anlatacağım size:
(öyle kıyafetini geceden hazırla geyiklerine girmeyeceğim zira hepimiz biliyoruz ki kadın ruhu o gün nasıl hissediyorsa onu giymek ister)
Sabah uyandın, evela saatini asıl kalkman gereken saaten 30 dk öncesine kur ki "ay hiç kalkasım yok" fazını çok gerekli olursa yaşama olanağın olsun. Snooze düğmesi bu amaç için kritik bir önem taşıyor.
Yataktan kalkar kalkmaz direk banyoya, önce en uzun iş halledilmeli, zaten giyindikten sonra banyo yapmanın da mümkünatı pek yok. Önce bi tuvalet ihtiyacı giderilir. o esnada pijama altı, üstü ve iç çamaşırları oturur pozisyondayken çıkartılır yine banyodaki kirli sepetine atılır. Banyo suyu da o esnada açılır ki ısınması ile vakit kaybı olmasın. İhtiyaç sonrası banyo sırası. Saçlar şampuanlanır, durulamadan vücut yıkanır ki şampuan bir süre kalsın iyice işlesin, sonra hepsi aynı anda durulanılır. (aksi halde banyo safhası da epey uzun sürmekte)
Banyo sonrası kek gibi hemen saç kurutmasına geçilmez. havluyla bi nemi alınır. bir de taranma işlemi yapılır ki iyice sular aksın. sonra diş fırçalanır. aynı anda giyinme dolabı önünde ne giysem bakınmaları yapılır. diş fırçalama seansı ideali 3 dk dır ya, 3 dk da kıyafet seçemeyene aşkolsun.
Bu arada saçlar kendiliğinden doğal ortamında biraz kurur... nemi azalır.
Neyse dişler bembeyaz oldu, iç çamaşırlarımızı giydik banyoya geri geldik, ağzı çalkaladık filan, deodorant parfum faslı da yapılır. Sonra üst giyinmece. (saçlar hala ıslak ona göre)
Burada püf nokta evden dışarıda yapamayacaklarımızı mutlaka bitirmek, diğer detayları her ihtimale karşı diye sona bırakmak. i.e makyaj, takı takmak. (her kadının çantasında basic makyaj eşyaları bulundurduğunu varsayarak).
Giyindin, çantanı yaptın, bi saçın bi makyajın eksik. şimdi işte saçını kurutabilirsin. fönü yatay şekilde tezgaha koy, eği saçların dibi fön tarafına gelsin. hem tara hem fönle iki elle saçı kabart bu şekilde daha çabuk kuruyor. Fön de orda dursun.
Saçlar da kuruduysa ve hala geç kalmamışsanız ( ki kalmamanız lazım) makyaj ve en son takıların takımı yapılabilir. olası bir zaman aşımı durumunda ( ki bunların olası sebeplerini de sıralayacağım) takıları çantaya atın, makyajı ve takı olayını araba kullanıyorsanız kırmızı ışıklarda halledin bitsin. gerekirse şirket binasına giriş yapın girdiğiniz görülsün hemen bir WC ziyareti sayesnde bu detayları orda da çözebilirsiniz. Kimse size işe geç geldiniz diyemez.
Sitemi çökertecek engeller :
- evden çıkarken çorabın kaçması
- anahtarı bulamamak
- telefonu bulamamak
- evde banyo paylaşımı varsa ilk sırayı kapamama, sona kalıp dona kalma.
- "of bugün feci şişim üstüm ehiç birşey olmuyor" modunda olmak ( bu durumlar için her zaman, her daim üstünüze yakışan bir kombini bir kenarda B planı olarak tutmalısınız. en güzel olmayabilir ama ogünü kurtarır.)
- bütüm kırmızı ışıkların denk gelmesi ( makyaj arabaya bırakıldıysa bu ışıklar kurtarıcınız da olabilir)
- çöp kamyonu arkasına denk gelme
Bahane arayana bahane bol... Pratik ol, işe geç kalma. Benden söylemesi...Kalırsan da suçu seni bırakmayan çocuğuna, yolun olağan dışı trafiğine, patronun erken gelmesine bağlama. Uykucusun işte.
Mesela benim gibi...:)
Erkeklerin genellikle saçı kısa, makyajı yok, zaten 3-5 çeşit ayakkabısı var, takım elbise giyiyorsa bi gömleğe uygun bi kravat seçmek çok zor diil, takı takma durumları yok, ay hangi paltom yakışır sorunsalları yok.... kadınların saçı var, makyajı var, 3356678945 çeşit ayakkabı seçenekleri var, çanta olayı var, hepsine uygun palto seçme olayı var, küpesi kolyesi bileziği hatta bazen bunlara uygun saati var... var oğlu var...
Biz kadınlar için sabah işe giderken işte tüm bu aradaki farkı kapatmanın püf noktalarını anlatacağım size:
(öyle kıyafetini geceden hazırla geyiklerine girmeyeceğim zira hepimiz biliyoruz ki kadın ruhu o gün nasıl hissediyorsa onu giymek ister)
Sabah uyandın, evela saatini asıl kalkman gereken saaten 30 dk öncesine kur ki "ay hiç kalkasım yok" fazını çok gerekli olursa yaşama olanağın olsun. Snooze düğmesi bu amaç için kritik bir önem taşıyor.
Yataktan kalkar kalkmaz direk banyoya, önce en uzun iş halledilmeli, zaten giyindikten sonra banyo yapmanın da mümkünatı pek yok. Önce bi tuvalet ihtiyacı giderilir. o esnada pijama altı, üstü ve iç çamaşırları oturur pozisyondayken çıkartılır yine banyodaki kirli sepetine atılır. Banyo suyu da o esnada açılır ki ısınması ile vakit kaybı olmasın. İhtiyaç sonrası banyo sırası. Saçlar şampuanlanır, durulamadan vücut yıkanır ki şampuan bir süre kalsın iyice işlesin, sonra hepsi aynı anda durulanılır. (aksi halde banyo safhası da epey uzun sürmekte)
Banyo sonrası kek gibi hemen saç kurutmasına geçilmez. havluyla bi nemi alınır. bir de taranma işlemi yapılır ki iyice sular aksın. sonra diş fırçalanır. aynı anda giyinme dolabı önünde ne giysem bakınmaları yapılır. diş fırçalama seansı ideali 3 dk dır ya, 3 dk da kıyafet seçemeyene aşkolsun.
Bu arada saçlar kendiliğinden doğal ortamında biraz kurur... nemi azalır.
Neyse dişler bembeyaz oldu, iç çamaşırlarımızı giydik banyoya geri geldik, ağzı çalkaladık filan, deodorant parfum faslı da yapılır. Sonra üst giyinmece. (saçlar hala ıslak ona göre)
Burada püf nokta evden dışarıda yapamayacaklarımızı mutlaka bitirmek, diğer detayları her ihtimale karşı diye sona bırakmak. i.e makyaj, takı takmak. (her kadının çantasında basic makyaj eşyaları bulundurduğunu varsayarak).
Giyindin, çantanı yaptın, bi saçın bi makyajın eksik. şimdi işte saçını kurutabilirsin. fönü yatay şekilde tezgaha koy, eği saçların dibi fön tarafına gelsin. hem tara hem fönle iki elle saçı kabart bu şekilde daha çabuk kuruyor. Fön de orda dursun.
Saçlar da kuruduysa ve hala geç kalmamışsanız ( ki kalmamanız lazım) makyaj ve en son takıların takımı yapılabilir. olası bir zaman aşımı durumunda ( ki bunların olası sebeplerini de sıralayacağım) takıları çantaya atın, makyajı ve takı olayını araba kullanıyorsanız kırmızı ışıklarda halledin bitsin. gerekirse şirket binasına giriş yapın girdiğiniz görülsün hemen bir WC ziyareti sayesnde bu detayları orda da çözebilirsiniz. Kimse size işe geç geldiniz diyemez.
Sitemi çökertecek engeller :
- evden çıkarken çorabın kaçması
- anahtarı bulamamak
- telefonu bulamamak
- evde banyo paylaşımı varsa ilk sırayı kapamama, sona kalıp dona kalma.
- "of bugün feci şişim üstüm ehiç birşey olmuyor" modunda olmak ( bu durumlar için her zaman, her daim üstünüze yakışan bir kombini bir kenarda B planı olarak tutmalısınız. en güzel olmayabilir ama ogünü kurtarır.)
- bütüm kırmızı ışıkların denk gelmesi ( makyaj arabaya bırakıldıysa bu ışıklar kurtarıcınız da olabilir)
- çöp kamyonu arkasına denk gelme
Bahane arayana bahane bol... Pratik ol, işe geç kalma. Benden söylemesi...Kalırsan da suçu seni bırakmayan çocuğuna, yolun olağan dışı trafiğine, patronun erken gelmesine bağlama. Uykucusun işte.
Mesela benim gibi...:)
5 Mart 2012 Pazartesi
TV Freak-özgün senaryo kıtlığı sadece bizle sınırlı değil...
Bugün gazetede bir haber var: Diziler yabancı dizilerden esinlenmiş diye. Aslına bakılırsa uzun zamandır özgün senaryosu olan dizilerden çok uzağız. bu konuyu sitcomlar ve dramalar olarak ayırmakta fayda var ama. sitcomlar tüm dünya da birbirinden uyarlanıyor, trend bu çünkü çok fazla lokalize, günlük hayatın içinden oldukları için her ülkenin şartlarına göre uyarlanmaları normal.
Peki ya dramalar? Türkiye'de son bir kaç senenin trendi eski edebiyat eserlerini dizi yapmak. Çalıkuşu'ndan beri var aslında bu trend son bir kaç sene demek yanlış olur. Hadi bu yine bir derece, kendi eserimizi yerli malı yurdun malı hesabı yine kendi eserimiz haline dönüştürüyoruz. peki ya reyting rekorları kıran Kuzey Güney'in de esinlenilmiş (taklit demeye dilim varmıyor çünkü sadık bir izleyicisiyim) olması hayal kırıklığı yaratmıyor mu sizde? Şeytan diyor aç eski orijinalini bak ne oluyor sonunda... kaçacak bütün heyecanı! ama ne yapayım şeytan oyle diyor...
Bunun gibi daha bir çok örnek var. Özgün senaryolar "taklit"lere göre azınlıkta malesef. Kolayına kaçıyoruz. Halkı kandırıyoruz. Yerse.
ABD de de başka tür bir kandırıkçılık söz konusu. Orda da diziler kendi içlerinde birbirlerinin kopyası. Mesela polisiye dizileri. Bunları 1. özel birim , 2. yardımcı sıradan vatandaş, 3. mistik gibi gruplandırabiliriz.
Özel birim dizilerine örnek, CSI ve türevleri, Law and order serisi, Criminal Minds yok efendim NCIS... hepsinde bir bilgisayar gurusu, bir morg delisi, bir cool dedektif, bir asi dedektif, bir güzel dedektif karakterleri var. Yani şimdi NCIS deki laboratuardaki kızla, Criminal Minds daki bilgisayarcı kız tiplemelerini benden başka benzeten yok mu? e ikisi de çılgın birer lady gaga sanki.
Yardımcı sıradan vatandaş serileri Murder She Wrote la başladı bana göre. Medium, Psych, Mentalist... bunlar nerdeyse birbirinin aynısı. Hele mentalist le Psych birebir aynı. sadece biri komedi biri drama. adamların ikisinin de detaylara dikkat etme yeteneği sayesinde cinayetler çözülüyor. Castle dizi ise Murder She Wrote un tıpa tıp aynısı. Cinayet romanı yazarı polis efendilere yardım ediyor....Niye çünkü kafası ona çalışabiliyor, hayal gücü sayesinde yani...
Mistikler de Fringe gibi işte alcadraz gibi zaman zaman türüyor, kimi kalıyor kimi Flash forward gibi iyi başlayıp nasıl devam edeceğini kestiremeyince beterin de beteri bir şekilde hızlandırılmış final yaşıyor...
Hastane dizilerini de unutmamak lazım. Er, General Hospital, Grey's Anatomy, Private Practice.... aldı başını gidiyor daha da vardır ama ben bilmiyorumdur....
Sitcomlar artık ABD'de birebir aynı. Göbekli koca, güzel ve zeki karısı, delimanyak çocuklar, mutlaka çılgın bir büyük baba veya büyük anne...(According to Jim-Cuma'ya Kalsa, Rules of Engagement, Better With You, Till Death, King of Queens... hepsi aynı tip... inanmayan baksın.
Neyse saymakla bitmez...
Bana göre tüm zamanların gelmiş geçmiş Türk/Yabancı en iyi ve en özgün dizileri:
1. Friends (özleyenler How I met Your Mother izleyebilir ama aynı zevki asla vermiyor)
2. 24 (bir kere yapıldı artık aynısı bir daha olmaz, olmamalı. Eş zamanlı olayı 24 le kalsın.)
3. SATC (filmlere bir son verilsin artık... git gide anısı da berbatlaşıyor zihinlerimizde)
4. Asmalı Konak (ahhh Seymen Ağa... ne Ezel, ne Deli yürek... Seymen başkaydı.)
5. Perihan Abla (mahalle dizilerinin en iyisi... diğerlerini hiç seyretmedin zaten. küçükken PA hastasıydım ama.... hani mal mal TV ye bakan çocuklar vardır ya. gerçi ben hala öyleyim. Mal mal bakıyorum... ağız açık, sırt kambur...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)